Hakan Tuna

12 Şarkı 12 Hikâye

Hikâye 7 (Temmuz 2021) - Karşılama Havası.



Temmuz ayının hikâyesi öncekilerden biraz farklı olacak. Çünkü bu sefer önce hikâye, sonra müzik geliyor. Bunu hep paylaşmak istemiştim. O halde sözü uzatmadan hikâyeye başlayalım, sonlara doğru müziğe de biraz değiniriz.

Londra’da doğdum ama hayatımın ilk iki yılı Kıbrıs’ta geçti. Benden bir yaş küçük kız kardeşim Kıbrıs doğumlu, hatta 3 kardeş arasında Londra’da doğan bir tek benim. Ben 2-3 yaşlarındayken de Londra’ya geri döndük.

Döndükten sonra Kıbrıslı Türklerin çoğu gibi annem de yaz tatillerini Kıbrıs’ta geçirmek istedi. 1974 yazında deniz kum güneş ümidiyle Kıbrıs’a doğru yola çıktık. Tatilin ilk yarısını pek hatırlamıyorum, geceleri arabanın arka koltuğunda pencereden dağları izlediğimi hatırlıyorum mesela.

Net hatırladığım tek şey büyük büyükbabamın devasa çiftliğinde kaldığımız ki şimdi orası Yunan tarafında. Çiftlikte kocaman kapıları olan küçücük bir ev vardı. Elektrik yoktu, sabahları horoz sesiyle uyanıyordum. O evin küflü kokusunu şu an bile çok iyi anımsıyorum.

1974’ün Temmuz ayında, tam da biz tatildeyken, savaş çıktı. Herkes gibi biz de savaşın ortasında kalakalmıştık. 5 yaşındaki bir çocuk olarak hiçbir şeyin tam olarak farkında değildim ve etrafımda olup bitenleri heyecan verici buluyordum.

Hatırladığım ilk şey Kıbrıs’tan mümkün olduğunda çabuk ayrılmamız gerektiğiydi. Annemin eniştesi İngiliz ordusunda meteoroloji uzmanı olarak çalışıyordu ve bize harekâtın başlayacağını bir gün önceden söylemişti. Şimdi tabii İngilizlerin harekâtı 20 Temmuz’dan önce bilmediğini düşünenler olacaktır. Bence İngiliz istihbaratı genellikle her şeyi bilir ve işlerine gelen bir durum varsa arkalarına yaslanıp öylece izlerler.
Dediğim gibi olabildiğince hızlı bir şekilde oradan ayrılmamız gerekiyordu. Harekât ayın 20’sinde başladığında, İngiltere’de yaşayan İngiliz vatandaşları İngiliz Ordusu tarafından kurtarılacaktı. Savaş çıkmıştı ve Yunanistan’da bir askeri darbe olmuştu. Yeni rejimin amacı Kıbrıs’ı Yunanistan topraklarına katmaktı ve Türk ordusu buna karşılık Kıbrıs’taki Türkleri kurtarmak için bir harekât düzenlemek zorunda kalmıştı.

İngiliz vatandaşları olarak bizim durumumuz daha farklıydı. Londra’ya dönmek için İngiliz ordugâhında bekleyen bizim gibi yüzlerce aile vardı. Bizi silahlı askerler koruyordu. Ordugâha nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum, tek anımsadığım bir kamyonetin arkasında olduğumuz ve her yerde silahlı askerler olduğu. Onlara gözümü dikip baktığımda hiçbir şekilde ciddiyetlerini bozmuyorlardı ama ara sıra gizli gülümsemeler yakalamıyor da değildim.

Hatırladığım şeylerden biri de Türk ordusunun gelmesinden bir önceki gün plajda parmak arası terliklerimi kaybetmem ve döndüğümüzde bana yenisinin alınacak olmasıydı. Ama geri dönemiyorduk ve sürekli terliklerim hakkında mızmızlanıyordum. Yeni terlikler istemiyordum zaten, ben kaybolan terliklerimi istiyordum Yani o savaşın ortasında tek derdim terliklerimdi Annemde evliya sabrı varmış gerçekten. Ancak yine de 5 yaşındaki bir çocuğun gerçek bir savaşın ortasında bir ordugâhın içinde ne kadar tuhaf hissettiğini tahmin edebilirsiniz.

Bu küçük hikâyede kesinlikle bir Rum kesimi karşıtlığı yok. Yıllar boyunca okulda, işte Rum kesiminden bir sürü arkadaşım oldu. Bir yan hikâye de şu ki dayım ve annemin eniştesi (İngiliz ordusunda meteoroloji uzmanı olarak çalışan) bizi ordugahta bırakıp evi kontrol etmeye gittiler. Bu son derece kötü bir karardı çünkü bölge Rumlar tarafından ele geçirilmişti ve her ikisi de bölgedeki insanların geri kalanıyla birlikte toplanarak gözaltına alındı. Dayım serbest bırakılacak kadar şanslıydı. Çünkü bir İngiliz vatandaşı olarak onları kendisini bırakmaya ikna etmeyi başarmıştı, onlara sadece tatil için Kıbrıs'ta olduğunu ve İngiltere'de yaşadığını anlatmıştı. Diğer yandan annemin eniştesi o kadar şanslı değildi ve Yunanlılar tarafından götürüldü.

Her iki taraftan da binlerce kişi ne yazık ki hala kayıp ama annemin eniştesi nasıl kaçtı? Rum gardiyanlardan biri onu özgür bırakmış ve mümkün olduğu kadar hızlı koşarak olabildiğince uzağa gitmesini söylemiş, çünkü orada kalırsa öldürülecekmiş. Peki, gardiyan onu neden serbest bırakmış? Çünkü gerçek hayatta birbirlerini tanıyormuş. Bu gardiyan savaşın kafa yapısına kendini kaptırmamıştı ve iyi bir insan olmayı sürdürmüştü. Orada olmak istemediğinden eminim, belki de başka erkekleri ölümlerine göndermiştir, belki bunu yapmasaydı o öldürülecekti... Savaş en büyük trajedi ve insanoğlu hiç ders almıyor, çünkü savaşta herkes kaybeder, kimse kazanmaz. Bu Rum gardiyanı sayesinde annemin eniştesi serbest kalmıştı, ancak maalesef pek çok kişi kayıptı.

Hikâyemin ordugahtan sonraki bölümü Londra'ya eve dönüş uçak yolculuğuyla ilgili. Eve normal bir uçakla değil bir Hercules nakliye uçağıyla döndük. Normal uçaklardaki gibi koltuklar yoktu, her iki tarafta oturma yerleri vardı. Uçağın sol tarafına oturduğumuzu hatırlıyorum, makineli tüfekli askerler de uçağın sağındaydı. Askerler makineli tüfekleri ellerinde tutuyordu, hepsi tedirgindi ve ancak uçak kalktıktan sonra rahatladılar. Karşımızda oturan asker görevini başarmış olmanın gururuyla bakıyordu bize. Ben de onlara gözümü dikip bol bol baktığımı hatırlıyorum.
O zamanlar 10 yaşındaki ağabeyim pilot kabinine davet edildi. Bana küçük olduğum için izin vermediler ama ağabeyim hala 10 yaşında bir savaş uçağını uçurduğunu anlatır durur. Düşünsenize, 10 yaşında kaç çocuk böyle bir ortamda bulunmuştur ki hele kokpite girip bir de uçağı uçuruyormuş gibi yapmasına izin verilsin. Bense bunun karşılığında onlara dik dik bakmaya devam ettim, hem de daha dik...

Havaalanına inmedik, tek hatırladığım büyük bir tarla gibi bir yerde olduğumuz ve orada masalarda bir sürü sandviç ve konsantre meyve suyu olduğuydu. Bundan daha fazla İngiliz olunamazdı, evde olduğum için çok mutluydum.

Bu hikâye hafızamda çok parçalı. Boşlukları ağabeyime sorup doldurmak istedim ve hatırladığım detaylar karşısında ağzı açık kaldı. Burada bir başkasının bakış açısını değil, sadece o 5 yaşındaki çocuğun o uzak geçmişten hatırladıklarını yazmak istedim.

Londra'ya geri döndük ve birkaç hafta sonra anaokuluna başladım, ardından da normal okul hayatım başladı hayatımın sonraki 10 yılını pencereden bakıp hayal kurarak geçirdim, etrafımdaki insanlar da eğitim aldı.

Peki ya müzik?

Bu ay için müzik olarak ne sunacağımı gerçekten çok düşündüm. Kıbrıs’ı ne kadar özlediğimi anlatan bir cover şarkı pek samimi gelmedi, çünkü hiç orada yaşamadım. Bu yüzden 1976’ya döndüm ve Gülferiler adlı bir Kıbrıslı Türk ailesinden oluşan bir grubun albümünü hatırladım. 71-72 yıllarında bir plak çıkarmışlardı ve bu plak 1976’da bizde vardı, geleneksel Kıbrıs melodilerinden oluşan bir albümdü.

İlk klavye çalmaya başladığımda yaklaşık 14 yaşındaydım ve ilk öğrendiğim şarkılardan biri bu albümdeki Gelin Karşılama Havası adlı melodiydi. Kızları etkilemek için küçük Casio orgumda bunu çalardım, çok iyi çalardım, hepsi de çok etkilenirdi Böylece bu ayki şarkımız benim Karşılama Havası versiyonum. Ben şarkıyı ilk olarak yaklaşık 8 yaşlarındayken Gülferiler ’den öğrendim. Ailem için müzik gerçekten önemliydi ve zaten benim ilgim de öyle başladı. Büyükannemin evinde topladığımızda amcam gitar ve piyano, ağabeyim gitar, kuzenim davul çalardı ve hep birlikte doğaçlardık, böyle bir ortamda büyüdüm. Bu yeni elektronik versiyonda tüm enstrümanları ben çaldım.

Umarım bu ayın hikayesinden keyif almışsınızdır ve müziği de beğenirsiniz. Gülferiler’lerin müziğini merak ederseniz Spotify'da Düğün Gecesi albümlerini bulabilirsiniz.

Teklinin kapağı ise hala sahip olduğum bir atlastan. Atlas babamındı ve en az 45 yıllık. Babam Kıbrıs, Türkiye, Kuzey Afrika ve Birleşik Krallık arasında çizgiler çizerdi. Çizgilerin ne anlama geldiğini hep merak ettim ve kapak olarak kullanmak istedim.

Kısa hikayemi okuduğunuz için teşekkürler.

Hakan Tuna
Londra, 15 Temmuz 2021 - 00.16


……………………………………………………………………………………………………………………
Hikâye 6 (Haziran 2021) - Karanlıklar İçinde (I'm Walking Through The Light)



Gizli Hit Şarkım Karanlıklar İçinde

Bu seferki hikayem öncekilere pek benzemiyor, bu sefer anlatmak istediğim şeyler başka. Tam 30 yıl önce, yani Mayıs 1991’de Karanlıklar İçinde adlı bir şarkı yazdım ve ilk kaydını da o zaman yaptım.

Bu şarkıyı her zaman gizli hitim olarak gördüm. Sokakta yürürken arabalardan duyduğum, bir kafenin ya da barın önünden geçerken kulağıma gelen, sadece beni sevenlerin bildiği bir şarkı.

Şarkıyı ilk olarak İngilizce sözlerle yazmıştım. Ortaya çıkan iş o kadar hoşuma gitmişti ki sonrasında bir de Türkçe versiyon kaydettim ve böylece iki ayrı şarkı ortaya çıkmış oldu; Hey People ve Karanlıklar İçinde.

1994’te bir demo kaydedip Türkiye’de şansımı denemeye karar verdim. Böylece bu 2 şarkı birleşti ve Karanlıklar İçinde (Hey People) doğdu. İngilizce kısımları kuzenim Feryal seslendirmişti ve bence harika bir iş çıkarmıştı. Bu 8 şarkılık demo ile nerdeyse Prestij Müzik ile anlaşmak üzereydim ama bu başka bir hikâye

Hikâyenin
bundan sonrasında hızlıca 2000 yılına geçiyoruz. Prestij Müzik’ten birkaç sıyrıkla kurtulup 4 şarkılık demomu tekrar yapmaya karar verdim. İngilizce kısımları yine kuzenim Feryal söyledi.

2001 yılında ise profesyonel şarkıcı Pembe Cengiz ile tekrar kaydettik şarkıyı ve ilk albümüm Karanlıkta Güneş’te bu versiyonla yer aldı. Albümüm 2004 yılında uzun zamandır plak olarak piyasaya çıkan ilk albüm olarak 300 adet basıldı. Karanlıklar İçinde bu albümün gizli hitiydi ve plak şu anda zor bulunan ve koleksiyoncuların peşinden koştuğu bir plak oldu.

Bu sefer şarkıya önce bir remix yaptım ama remix mantığını sevmediğim için son anda tamamen yeni bir versiyon kaydetmeye karar verdim. İlk versiyonda çalan müzisyenlerle iletişime geçtim ve bu sefer ilk defa kuzenim Feryal gerçek bir versiyonda mikrofon başına geçti. Biz bu versiyonun harika olduğunu düşünüyoruz, umarız siz de beğenirsiniz.

Hakan Tuna – Vokal/Klavye
Feryal Altay – Vokal
Aziz Mehmet – Bas Gitar
Mark Claydon – Davul

Konuk Müzisyenler:
Nnamdi Robinson – Ritm Gitar
James Hodson – Üflemeliler

Mix & Mastering: Barış Büyük

Kapak için ilk albümün kapak çekimlerinden bir fotoğraf seçtim.

…………………………………………………………………………………………………………………… Hikâye 4 / Nisan 2021 - Rise


Sıradaki hikâye, Natural Life grubunun üyesi olduğum dönemle ilgili ve aslında daha Natural Life’a katılmadan önce, 17 yaşındayken, yani 1986 yılında başlıyor.

O zamanlar hayatta yapmak istediğim tek şey müzikti, yaklaşık 3-4 yıldır da klavye çalıyordum. Çalmayı tamamen kendi kendine öğrendim ve kendime müzikten başka bir yol çizmiyordum. Tüm boş zamanlarımda 4 kanallı Amstrad Studio-100’e demolar kaydediyordum (o dönem 100’e yakın demo kaset doldurmuştum). Bu yüzden burada pek fazla arkadaşı olmayan bu Türk çocuğu oldum çıktım. Yaşıtlarımla fazla zaman geçirmedim çünkü çoğu uzun saçlı, garip kıyafetler giyen ve siyah ojeyle gezen benim gibi bir tiple takılmak istemiyordu. Tek dertleri iyi görünmek ve iyi kokmaktı. Bir de arabalar, hiç ilgimi çekmezdi, hâlâ da çekmez. Bu tip insanlarla hiçbir yakınlık kuramadım, benim için son derece yabancıydılar, hâlâ da öyle. O dönemden kalan sadece iki arkadaşım var ki onlar bile tuhaf biri olduğumu düşünür

Ailemle birlikte bir kuaförde çalışıyordum. Ben kuaförlük yapmadım veya bir kuaför olma konusunda herhangi bir planım yoktu ama ailem için çalıştım. Her şey bu iş kadar basit olsaydı hayat çok kolay geçerdi ama aynı zamanda sıkıcı da oldu.

Bir gün yeni bir çırak işe başladı, adı Jon Spong’du. Frank Zappa ve Captian Beefheart şarkı sözlerinden alıntı yaptığında aynı kafada olduğumuzu anladım. O zamana kadar Frank Zappa ve Captain Beefheart’ı tanıyan gezegendeki tek kişi olduğumu düşünürdüm. Vay canına, benim yaşımda başka insanlar da vardı, o zaman bu benim için büyük bir keşifti.

Jon farklı giyinirdi ve çevresine pek uyum sağlamayan bir tipti. Böyle birini tanımak bana çok iyi gelmişti, çünkü uzun zamandır ben de kendimi öyle hissediyordum ama kendim gibi birine hiç rastlamamıştım. Uzun zamandır kaybettiğim kardeşimi bulmuş gibiydim. İşgal evleri ve müzikle dolu bir dünyaya adım atmıştım ama o zamanlar Jon bana müzisyen tarafını pek fazla açmamıştı. Bunun için hızlı bir şekilde 1991'e ilerlememiz gerekiyor.

Bir süredir Jon’u görmemiştim, bir grup kurduğunu duymuştum ama grubu pek bilmiyordum. O zaman İngiltere’de sadece bir avuç TV kanalı vardı. Aslında sayıları sadece 4’tü ve Jon’un grubu en sevilen gençlik dergisinin programına çıkacaktı. The Word adlı program her Cuma gecesi saat 9’da canlı yayınlanırdı. Bu programı takip ettiğimi ve duyduğum şeyleri sevdiğimi hatırlıyorum. Rock ve Santana öğeleriyle zamanın dans müziğini temel alan bir sound’ları vardı ama müzikleri tamamen özgündü. Sözlerin de havadan sudan olmaması beni etkilemişti. Programda canlı olarak Natural Life isimli şarkıyı çaldılar ve böylece benim için fitil ateşlenmiş oldu, hem etkilenmiştim hem de kıskanmıştım.

Jon adına mutlu olmuştum ve bir gün grubu canlı izlemeyi umuyordum. Disney’in sahibi olduğu Hollywood plak şirketiyle anlaşma yaptılar. Grup yoluna devam ederken ben erkek kardeşimle kuru temizleme mağazasında çalışmaya devam ediyordum.

1992’in başına hızlı bir geçiş yapalım. Bir Pazartesi günü kardeşimle çalışırken erken saatlerde telefon çaldı, arayan Jon’du. Grupta klavye çalıp çalamayacağımı sordu. İlk konser 2 gün sonraydı ve plak şirketi şarkıları öğrenmem için hemen albümü bana gönderecekti. Hayatımın Natural Life döneminin başlangıcı işte böyle oldu. Pazartesi günü kardeşimle dükkânda çalışan biriyken Çarşamba günü gerçek bir turnede çalan ve karşılığında para kazanan profesyonel bir müzisyendim. Tur otobüsü, grupiler... İşte hak ettiğim hayat diyordum. Grup olarak prova yapmaya hiç zamanımız olmamıştı. Çarşamba sabahı tur otobüsü beni evimden aldı. Şarkıları otobüsle konsere giderken çalıştım. İlk konserde bir hata bile yaptım ve bu kadar basit bir hata yaptığım için kendimi hiç affetmedim. Grup benden memnundu ve her konserde daha iyi çalmaya başladım, yaptığımız müzik de hoşuma gidiyordu. Ardından 9 ay süren turlar, kayıtlar ve yeni şarkılar... 9 ay içinde bu gruptan öğrendiğim şeyler sadece benim çalışımı değiştirmekle kalmadı, kafamdaki düzenleme anlayışını da kökünden değiştirdi.

Muhteşem yerlerde sahne aldık. 3 kez Londra’daki Marquee Club’da çaldık. Bir keresinde LBC radyosunda canlı olarak yayınlanan bir programa çıktık (sunucu benim değil eski klavyecinin adını söylemişti, buna hâlâ kızarım). Ayrıca 2 büyük müzik festivalinde, Glastonbury ve Reading’de sahne aldık. Glastonbury’de yaşadığım bir olayı hâlâ unutmam.
konser alanında gezinirken birisinin bizim (ve tabii diğer grupların) korsan kaset kayıtlarını sattığını gördük. Elemanın yanına gidip bizim kayıtlarımızı sattığını söyledik. Önce bize inanmadı, sonra kaset kapağına koyduğu fotoğrafa baktı ve hepimizin yüzünü teker teker inceleyip fotoğrafla karşılaştırdığında ikna oldu. Bütün kasetleri bize vermekten başka çaresi kalmamıştı.

Peki, tüm bunların bu ayki şarkı ile ne alakası var?

Grupta çaldığım süre boyunca yeni albümümüzde yayınlamak üzere bir sürü yeni şarkı yapmıştık. Bu şarkılardan biriydi “Rise” ve aslında benim en sevdiğimdi. İnternet öncesi dönemleri düşünün, yeni şarkıları konserlerde çalmaya başlıyorduk ve hayranlarımız bu yayınlanmamış şarkıları bir sonraki konserde hep bir ağızdan söylüyordu. Reading festivalinde ön sıranın yayınlanmamış Rise şarkısına nasıl eşlik ettiğini hiç unutmuyorum. O zamanlar bu bana inanılmaz gelmişti.

12 Şarkı 12 Hikâye serisi sırasında hayatımın bu bölümünün hikâyesini anlatmak istedim. Bunun da en iyi yolunun müzik hayatım boyunca yazılmış şarkılar arasında en sevdiğimi kaydetmek olduğunu düşündüm. Natural Life olarak tekrar bir araya gelip o dönemde yazdığımız şarkıları kaydetmek hâlâ çok istediğim bir şey. Natural Life’ın kendi adını taşıyan ilk albümü ile ilgileniyorsanız Spotify’dan dinleyebilirsiniz. Belki de bir gün tekrar bir araya gelip ikinci albümü yaparız.

Natural Life ile geçirdiğim zaman diliminde hep iyi anılar biriktirdim. Ancak ne yazık ki 1992’nin ilk 9 ayından sonra her şey bitmişti. Bizim kontrolümüzde olmayan bazı durumlar yüzünden grup devam edemeyecek duruma gelmişti. İstemeyerek de olsa gruptan ilk ayrılan ben oldum. Benden sonra grup sözleşmeleri gereği birkaç kez daha sahneye çıktı, başka çareleri yoktu. Bu benim büyük şirketlerle olan ilk olumsuz tecrübemdi o günden buyana düşüncelerim değişmedi. Bu yaşadıklarım sayesinde emin olduğum şey o insanların müziğe karşı olduklarıydı. Oysa Zappa’nın da dediği gibi “en güzeli müzik”.

Yani, düşüncemin Türkçe altyazısı: Şirketlerin canı cehenneme!

2020’nin ilk günlerine, virüs gündeminin hemen öncesine gelelim. Gruba bir yardım konserinde sahneye çıkma teklifi geldi. Dönem dönem hep bir araya gelme konusunda konuşurduk ama her zaman içimizden biri çeşitli sebeplerle hayır demişti ama bu sefer ilk defa hepimiz birden evet dedik. Onca yıl sonra tekrar bir arada çalacaktık. 17 yaşındaki kızım beni ilk defa sahnede göreceği için heyecanlıydı. Aslında hepimiz sanki ilk defa sahneye çıkacakmış gibi heyecan içindeydik ve bir araya gelip prova yapmaya hazırdık. Sonrası bildik hikâye, kendimizi pandeminin ortasında bulduk ve tekrar birlikte çalma hayalleri şimdilik ertelendi.

Ancak bu hikâye burada bitmiyor, devam edecek...

……………………………………………………………………………………………………………………
Hikâye - 3 (Mart 2021) - Esenkent Dansı



Ben Londra’da doğup büyüdüm, tipik bir Londra Victorian dönemi evinde geçirdim tüm hayatımı. Bu yüzden Türkiye’deki, daha doğrusu İstanbul’daki apartman kültürü bana çok uzaktı.

Londra'da kimse çat kapı gelmez, gelecek olan kişiler de hayli önceden haber verir. Genel olarak Londra, izole bir hayat süren ve kendilerini bu şekilde mutlu olduklarına ikna eden milyonlarca kişinin yaşadığı, sosyalleşmenin ancak iş yerinde ya da belki işten sonra dışarı çıkıldığında yaşandığı, yalnızlarla dolu bir şehirdir. Ancak günün sonunda bir sürü insan boş evlerine gider, mikrodalgada ısıttıkları yemekleri yer, kafaları uyuşturan ve beyin hücrelerini öldüren TV programını izler ve birbirlerine giderek daha çok benzer. Dünyanın en güzel şehrinde (ki bu da bize söylenen bir yalan) yaşayan küçük robotlar gibiyiz, tekdüze bir hayat.

İşte ben de bu şehrin ürünüyüm ve o insanlardan biriyim; onlarla birlikte okula gittim, aynı sokaklarda aynı oyunları oynadım, aynı müzikle dans ettim.

Bir gün okuldan sonra arkadaşımla bir bakkala gittik, meğer arkadaşım her gün okuldan sonra bir konserve çorba almak için oraya gidiyormuş. Öyle bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Evde yemek yapamadıkları için ucuz diye konserve alıyorlardı, yoksulluğun nasıl bir şey olduğunu ilk defa kendi gözlerimle o gün gördüm, daha 9 yaşındaydım. Aynı yaşlarda bir gün siyahi bir kız arkadaşımı evime davet ettiğimde çevremde birinin neden evimize siyahi birini aldığımı sormasıyla da o malum kafa yapısı ile yüzleştim. Londra'nın bir parçası olmama rağmen fikren kesinlikle Londra'dan çok uzaktaydım, çünkü burada ters giden bir sürü şey vardı. İşte ben böyle bir yerden geldim, böyle bir yerde büyüdüm ve hayatın gerçeklerini öğrendim, Londra adlı o yalnızlar şehrinde.

2001 yılında 3 aylığına İstanbul'a geldim. Daha önce de pek çok kez gelip gitmiştim ama bu kez ilk defa kalmak için kendime Esenkent'te bir ev kiraladım. İnsanların önceden haber vermeden kapıyı çalıp evime gelmesi bana kesinlikle yabancı bir kavramdı. Böyle şeyler olduğunda onlara tuhaf tuhaf bakar ve meşgul olduğumu söylerdim. Hatta bir arkadaşım birkaç hafta benimle konuşmadı çünkü uyumak istediğim için sabahın erken saatlerinde onu evime gelmemesini söylemiştim, sabah 7’de evime gelip ne yapacaksın ki demiştim. Müzisyenlerin öğleden sonraya kadar yataktan kalmadığını bilmiyor muydu? Ben, bu tip beklenmedik ziyaretlerin kabalık olarak görüldüğü bir şehirde büyümüştüm. Arkadaşım ise sabahın 7'sinde bir çat kapı gelmenin normal karşılandığı bir kültürde yaşıyordu. Benim için yeni olan bu durumu anlamakta zorlanıyordum.

Bu tip durumlar yüzünden İstanbul bana zehir oldu ve 3 ay sonra Londra'ya döndüğümde resmen mutlu oldum.

İlk albümüm çıktıktan birkaç yıl sonra, uzun süre yaşamak için İstanbul'a taşınma kararı aldım. Tercihim yine Esenkent oldu. Ama bu sefer gerçek bir Türk ailesiyle yaşadım, hem de İstanbullu bir kızla evlendim. Yabancılardan oluşan yeni bir ziyaretçi akınıyla karşı karşıya kalmam kaçınılmazdı. 3 yıl önceki Esenkent maceramda dayanılmaz bulduğum sıklığa göre kapımızın ne kadar çok çalınmaya başladığımı fark ettiğimde resmen şok geçirdim.

Şimdilerde tam olarak nasıl hissettiğimi hatırlamıyorum ama duruma biraz daha alışmış gibiydim diyebilirim sanırım. Hatta bu ziyaretlerden keyif almaya bile başladım. Belirli insanları birkaç gün görmesem şaşırır, hayret derdim, kaç gündür neden görüşmedik? Ziyaretlerin tadını çıkarmaya ve gizliden gizliye benim gibi bir Londralıya çok yabancı olan bu insanlarla yaşadığım etkileşimden keyif almaya başladım.

Eskiden, sadece Türk televizyon programlarında, dizilerinde gördüğüm tipte insanların gerçek hayatta var olmadıklarını düşünürdüm. Ne kadar da yanılmışım! İstanbul'da geçirdiğim 3 yıl boyunca bu karakterlerin hiç de abartılı olmadığını, gerçek hayatlar yaşayan insanlar olduklarını ve hatta kapımızı çalıp bizi ziyaret edebildiklerini tecrübe ettim. Hem de ne muhteşem karakterler, hepsi hayat dolu ve onlarla birlikte sürekli yemek davetlerinden oluşan sürekli bir akış. Bir de bolca çay ki hala içmem, bol kahkaha... Londra'da hayal bile edilemeyecek türden bir hayatın içine düşmüş bir Londralı.

Peki, tüm bunların bu şarkı ile ne alakası var?

Çok sık görüştüğümüz birkaç aile vardı, hem biz de onları ziyaret ediyorduk, geliş gidişler sürdü gitti böyle. Bazen müzik çalınır, dans edilir ve utanç verici bir şekilde şarkılarımdan biriyle, her zaman da aynı şarkıyla (Karanlıklar İçinde) oynarlardı, ben pekiyi dans edemem, onun yerine çoğunlukla garip hareketler yapardım. Yine de çok iyi hatırlıyorum, İstanbul'da aynı apartmandaki insanlarla harika bir gece geçirmiştik. Yaşadıklarımın tadını çıkardım ve o anda yaşamak, şarkı söylemek, dans etmek, yüksek ses çıkarmak serbestti, kimse kimseyi şikâyet etmiyordu. O an insanlar Karanlıklar İçinde ile göbek atarken, ben de onlardan biriydim. Benim için o insanların arasına olmak o an bir şarkı fikrine dönüşmüştü. Üzerine eğilmezsem kaçıp gidecekti. Odama kapandım ve Esenkent Dansı adını verdiğim bu şarkıyı yazdım. Yazdığım pek çok şeyde olduğu gibi, hiç kimsenin duymaması gerekirdi. Ama bu proje gündeme geldiğinde şarkı benden özgürlüğünü istedi ve böylece 12 şarkının 12 hikâyesinden biri böylece ortaya çıktı. Karşınızda Esenkent Dansı. Bana İstanbul'un apartman kültürünü, arkadaşlıkları, komşuluğu, gündüz gece herkese açık kapıları ve boş kalmayan çay bardaklarını hatırlatır.
……………………………………………………………………………………………………………………

Hikâye 2 (Şubat 2021) - Nazlanma Güzel Nazlanma



Konkurt, 1973 - 1989 yılları arasında aktif olan Londra'da yaşayan Kıbrıslı Türklerin kurduğu bir gruptu. Sadece düğünlerde
çalmaktan ziyade grubun şarkıcısı ve klavyecisi Hüseyin Katkın'ın yazdığı şarkılardan oluşan plaklar da yaptılar.
Günümüzde bu plaklar koleksiyoncular tarafından ısrarla aranıyor. Hüseyin Katkın ayrıca kendi evinde solo çalışmalar yaptı ve bunlar da oldukça nadir.

Gençlik yıllarımda müzikle ciddi anlamda ilgilenmeye başladığım zamanlarda, bir Kıbrıs Türkü olarak ailemle birlikte hafta sonları düğünlere giderdim. Gittiğim düğünlerde dinlemek istediğim tek grup Konkurt'tu. O zamanlar düğünlerde çalan daha pek çok grup vardı ama Konkurt bana göre aralarında en iyi olandı. Günün popüler şarkılarını çalsalar bile asla hiçbir zaman hiç sevmediğim arabesk tınılara kaçmazlardı. Diğer gruplar kulakları arabeske doyururken Konkurt her zaman iyi müzik yapardı.

Hüseyin Katkın - Klavye/Vokaller Doğan
Ahmet: Gitar/Vokaller
Mehmet Ahmet: Bas Gitar/Vokaller Hasan
Ahmet: Davul/Vokaller

Konkurt 45 cover artwork

Klavye çalmaya yeni başlamıştım ve klavye çalan müzisyenleri izlemek gerçekten ilgimi çekiyordu. Bu yüzden gittiğimiz düğünlerden birinde gizlice
sahneye yanaştım ve Hüseyin Katkın'ı çalışını izlemeye başladım. Beni fark etti ve gelmem için başıyla bir işaret yaptı. Hemen gittim tabii ki, sonra
grup Barış Manço'dan İşte Hendek İşte Deve'yi çalmaya başladı. İlk nakarattan sonra enstrümantal kısım geldiğinde bana gene başıyla bir işaret yaparak"sen çal" dedi. Çok heyecanlanmıştım ama düşünecek zamanım yoktu. Hemen şarkının kısa melodik bölümünü çalmaya başladım. Bu 30-40 saniyelik süre,14 yaşındaki beynimin önümüzdeki birkaç gün boyunca düşünebileceği tek şey oldu. Çaldıktan sonra bir el işaretiyle beni onayladı. Ben sahneden inerken kararımı vermiştim, artık hep bunu yapmak istiyorum.

Asla bir düğün grubuna katılmadım. Çünkü kendi şarkılarımı yazıp söylemek istiyordum. Bir keresinde sırf beni kabul edecekler mi diye görmek için bir düğün grubunun seçmelerine katılmıştım. Beni kabul ettiklerinde ise kibarca fikrimi değiştirdiğimi söyledim.

Her zaman yapmak istediğim şeyi yaptım. Yani şarkılar yazdım ve kendi müziğimi yaptım. Bu küçük adım işte tüm bunların başlangıcıydı. Hüseyin Katkın ile sonrasında hiç görüşmedik ama birkaç kez telefonda konuştuk. Umarım bu pandemi bitince onunda yüz yüze düzgün bir sohbet yaparız. O kısacık an, sahneye ilk çıkışımdı ve tüm vücudumun titrediğini hatırlıyorum, sonsuza dek hatırlayacağım harika bir anı. Yeni şarkım Nazlanma Güzel Nazlanma, Konkurt grubuna ve Hüseyin Katkın'a bir saygı duruşu ve bir teşekkür. Bu şarkının 1977'de çıkan plağının kapağında, şarkıda bağlama çalan Ohannes Kemer'e özel bir teşekkür var. Barış Manço Kurtalan Ekspres'in sazcısı ve gitaristi, bu şarkının da gizli kahramanı. Ohannes başka bir hikaye, bir gün onu da anlatırım :-)

……………………………………………………………………………………………………………………

Hikâye 1 (Ocak 2021) - Bütün İnsanlara


Bazen bir şarkı birdenbire gelir, sizi öyle hazırlıksız yakalar ki onu hemen yakalamak gerekir. Yoksa kaçıp gidecektir ve bunu yapmak için ikinci bir şansınız asla olmaz. Bazı şarkıların ortaya çıkması ise yıllar alır ve bu şarkılar asla bitmiş gibi hissedilmez. Bu şarkının müziğini de yıllar önce bestelemiştim ama sözleri bir türlü yazamamıştım. Bir giriş bulsam arkası gelecekti ama bu hiç olmadı, olamadı. Her birkaç ayda bir bu şarkıya dönüyor ve her seferinde başarısız oluyordum. Sanki karşımda beni asla deviremeyeceksin diye direnen bir şarkı vardı.

Sonra bir gün, karantina döneminde, evde herkes gibi sıkıntılı bir dönem geçirirken, yıllar önce almış olduğum bir şiir kitabını okumaya başladım. Bu kitaptaki şiirleri yıllardır okur ve severim ama bu sefer değişik bir şey oldu. Çok iyi bildiğim o şiirlerden birini okurken müziği mırıldanmaya başladım. Öyle güzel bir uyum vardı ki. Müzik hayatımda ilk defa - bilerek olmasa da - bir şiire müzik yazmıştım. Hem de Türk şairleri arasında en önemlilerinden birinin şiirine, ben böyle bir şeye layık mıyım düşüncesinden kurtulamıyordum. Ama kelimeler müziğe o kadar güzel oturmuştu ki, belirsizlik dolu o günlerde içinde bulunduğum karamsarlığı tastamam ifade ediyordu
.
……………………………………………………………………………………………………………………

Lütfen Spotify'da takip ediniz
Sptoify-logo-vertical-with-text-on-black



RapidWeaver Icon

Made in RapidWeaver